28 Nisan 2011 Perşembe

...and the Oscar goes tooooooooooo... the hell!


Yani evet biliyorum bir yazının başlığı böyle olmamalı, ya da en azından çeviri günümü anlatırken olmamalı, ama ya bu günümü tanımlayabilecek en iyi cümle buysa?


Yine bir gün önce heyecanla uyumaya çalışmış, ama çeviri yapacak olmanın verdiği heyecanla uyuyamamıştım. Sadece ben mi? Buddy'm, can yoldaşım, arkadaşım Gülşahçım da uyuyamamıştı... 
Sabah heyecalıydık, ama tercümandık ya da daha değildik ama o yoldaydık ve o yolda başımıza neler gelebileceğinden habersizdik ki hala da öyleyiz belki de...
Sabahın köründe kalkıp düştük yollara. Gideceğimiz okulu bulncaya kadar akla karayı seçtik, yetkiliye ulaşamadık, çevredekilerden yardım istedik, allem ettik kallem etik ama sonunda yetkiliye ulaştık ve nitekim okula geldik.
Okul bir kolejdi.. Felsefemsi bir konuda çeviri yapacaktık, öğrencileri düşünmeye teşvik edecek alıştırmalar yapılacaktı. Harika olacaktı, olmalıydı, sabahki yorgunluğumuzu, yollarda geçen saatleri unutacak, çok güzel bir çeviri geçirecektik. 
Ama bir şeyden habersizdik, çevirdiğiniz kimseler her zaman harika olamayabiliyorlar işte.
Çevirisini yaptığımız kişinin adı Oscar'dı. Kendisi şeker birisine benziyordu başta. Ama çeviri başlamadan önce bize bir uyarıda bulundu görevli: "Oscar'ın dili biraz serttir, çeviriyi yumuşatarak yapmanız gerekiyor, yoksa öğrenciler gidip ailelerine şikayet ediyorlar" İşte bu gerçekten de ilginçti. Yumuşatarak mı yapacaktık? Palyaço musun derse komiksin, çeneni kapa deyince susar mısın gibi ...
Gerçekten de öyle de oldu. Konuşması sırasında çocuklara karşı takınılmaması gereken bir tutumla yaptı yapacaklarını Oscar Bey. Susun, çenenizi kapatın, oturun, anlamıyor musunuz gibi cümleler. Tabi ki bunları nasıl yumuşatacağını şaşıran şaşkın ama kontrolünü kaybetmemek için ellerinden geleni yapmaya çalışan tercümanlar...
Odaklanmayı öğretmeye çalışan bir adamdı karşımızdaki, ama iyi davranmak adına bir şey öğrenememiş bir adam. Tarzı ve davranışları yaptığı eğitimin bir parçası olamazdı, kendinin bir parçasıydı ve gerçekti.
Bunu anlayınca kötü olduk tabi ama elden gelen bir şey var mıydı ki? Ne söylendiyse onu yapacaktık işte.


Gerçi yapılanlar bir işe yarar mıydı? Nasıl davranılması gerektiğinin ona doğru dürüst öğretilmediği ve ona şu anda davrandığı gibi davranmasına izin veren ya da öyle öğretilen çocuklara eğitim vermeye çalışıyorlardı. O çocukları onlar bu hale getirmişlerdi ve şimdi yine onlar bunu düzeltmeye çalışıyorlardı ya da belki farkında bile değillerdi yaptıkları hataların.Bu umursamaz tavırdaki çocuklarınsa hiç suçu yoktu, tüm suç büyüklerdeydi aslında.
Ama bunlar bizim işimiz değildi di mi? Zaten oturum sabırsız çocukların onlardan sabırsız asi öğretmenleri tarafından oturum linç edilerek zorla bitirildi. Bunu kendisi de anlayabilmiş değildi Oscar'ın ama o zaten bunu çoktan hak etmişti.
Oturum bittiğinde konuşmam zor muydu diye sordu Oscar bize dönüp, cevap verdim ama bana " ben sana mı sordum, niye cevap veriyorsun onun yerine, siz ikiz falan mısınız?" diye azarladı bizi. İkimize birden gelmişti bu soru, ona değildi sadece ama yemiştik azarı herkes gibi biz de işte.
Ha bir de, Gülşah'ın çevirmediği bir kısım vardı başta, Oscar" I am old" dediğinde o kısmı atlamıştı. Niye atladın diye sordu, Gülşah kesin bir cevap veremedi, ona dönüp "Çünkü sevilmek istiyorsun" dedi. "Öyle söylersen seni sevmeyeceklerini, senden nefret edeceklerini düşündün." dedi. İkimiz de bir anlam çıkaramadık bundan.
Bence bir şeyin farkındaydı, asıl ondan nefret ediyordu insanlar ve onlara sevgi vermekten korkuyordu asıl kendisi. Onlar tarafından sevilmekten korkuyordu. Ama bunu kendisine söyleyemedim, buna hakkım yoktu, ne de olsa ben tercümandım orada değil mi? Kendisi zaten vurgulamıştı başta. " Siz sadece çeviri yapın, başka bir şeye karışmayın" diye. 
Öyle de yaptık, elimizden gelenin en iyisini, hatta daha fazlasını yaptık ama yaranamadık kendisine sanırım. 
Günün sonunda, eğitim de olsa salonun ortasına çıkarılan ve kendisine yalancı denilen ama doğruyu söylemiyorsun diye çevrilen  çocuklar ve bu çocukların anlamsız bakışlar altında imza attırdıkları ve kitaplarının imza atılır atılmaz neredeyse suratlarına yazar tarafından fırlatıldığı dakikalar ve bütün bunları şaşkınlıkla ve anlamlandıramayan düşüncelerle izleyen tercümanlar kalmıştı.
Bugün orada olanlar neydi, neler oldu, nasıl oldu, kimse umursadı mı ya da kimsenin zaten hiç umrunda olmamış mıydı bilinmez, ama tercümanlarımız yine kendince dersler çıkarmışlardı kendilerine.
Tercümanlık da zaten her bir çevirinin ardından arta kalan dersler değil miydi?
Öyleydi besbelli ve de öyle olmaya da devam edecekti işte...

19 Nisan 2011 Salı

Kazanmak mı dediniz? Kimsenin bir şeyi kaybettiği yok ki!


Nereden mi çıktı şimdi bu? Evet aslında ben de şimdi gecenin şu saatinde hem de yarın henüz pek de çalışmadığım bir almanca sınavına girecek olduğum gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınırken, merak ediyorum ne yapıyorum ben böyle diye... 


Evet sınava çalışmak yerine öğrenciler vize ya da final zamanlarında kendilerine çeşitli ilginç uğraşlar bulduğu doğrudur, bu engellenemez zaten ama yine de konumuz bu değil.


İki gündür çeviri yaptığım Tintti'nin atölyesinde ben önemli bir şey öğrendim gerçekten ve yeni yeni tam anlamıyla idrak ediyorum bunu. Hayat sürekli kazananın ve kaybedenin olduğu bir yer değildir, aslında böyle bir düzen yoktur ya da olmamalıdır. Neden sürekli bir şeyler için kendimizi harap ediyoruz (tamam şimdi biraz sınavla alakalı oldu zira çalışmak istemiyorum, ama ne diye var ki sınavlar zaten, şayet bize sürekli bir şeyler yapmamız gerektiği değil de bir şeyleri gerçekten de kendimiz için yapmak istiyorsak yapmamız gerektiği söylenseydi ya da öğretilseydi böyle olmazdı zaten hiç bir şey) sürekli bir koşturmaca, yorulmaca,yarış hır gür, savaş, kavga -ki bunun illa ki tekme tokat olmasına gerek yok- içerisindeyiz de peki neden? Niye savaşıyoruz sürekli? Her şey bir şeyleri ele geçirmek midir yoksa mutluluk mudur şu hayatta? Bana sorsanız mutluluktur ki zaten ben de böyle yaşamaya çalışıyorum. Mesela arkadaşlarımla bir aradayken onlar içiyorlarsa ben içmiyorsam da sarhoş olurum doğamda var ben doğuştan sarhoşum alkole gerek yok, her şekilde eğlenebiliyorum, o yüzden de alkol kullanmam hiç bir zaman. İstediğim zaman kafamı iyi hale getirebiliyorum. Peki insanlar bu kadar kolay mutlu olabiliyorken, küçücük bir şey dahi yetiyorken kendimizi ya da başkasını mutlu etmek için, neden mutsuzluk için bu kadar uğraş var, neden sürekli bir şekilde mutsuzluğa sürükleniyoruz?


Ben çözemedim işte bunu bu saatte. Belki saat yanlış, belki zaman, belki yer ya da belki mekan. Yanlış günü de seçmiş olabilirim- ki almanca sakın üstüne alınma şekerim senin sınavının bu duygusal ana denk gelmesi ile hiç bir alakam yok ve bu duygusallığın seninle hiç bir alakası yok, o yüzden gözümün önünden bi yok ol git allasen. Hani her şey kazanmak ya da kaybetmek değil demek istiyorum. İnsanlar birlikte güzel şeyler yapabilirler, kimsenin kazanmasına ya da kaybetmesine gerek yok, dünya  böyle bir yer olmamalı, yani bunu öğrendim ben bu iki günde.Tüm insanlar bunu isterse ya da gün geçtikçe daha çok insan diğerlerini buna inandırmayı başarırsa belki de bir gün kim bilir bütün insanlar barış içinde yaşarlar, olamaza mı?


Hayal mi?
Evet hayal, ben de farkındayım bunun  ne yazık ki.
Savaşlar asla bitmeyecek
İnsanlar birbirlerini yemeye devam edecekler, birbirlerini öldürmeye, başkalarının hayatlarını çalmaya ellerindekileri almaya...
Küçümseyecekler daima bir birbirlerini, beğenmeyecekler kendilerinden başkasını.
Bunun sebebi aslında içlerinde bir şeylerin eksikliğinin olması olacak hep, ama onlar bunu inkar edecekler.
Çocuklar ölecek belki de şimdiden çok daha fazla çocuk çok da sefil ve gaddar bir şekilde öldürülecekler.
Acımayacak onlara hiç kimse, ekmeklerini alacaklar ellerinden ölmemiş olanların,
Kaçanları bulacaklar içlerinde bir gün belki de güzel bir dünyada yaşarız ümidiyle saklanmaya çalışanları bulacaklar
ve bundan vazgeçmeyecekler ta ki içinde ufacık da olsa bir umut besleyen birisi varsa onu da bulup yok edene kadar...
Bunlar olacak biliyorum.
Ama yine de umut ediyorum işte.
Suç mu?
Olsun, olayım o zaman suçlu!
Ne fark eder ki zaten ben de bu dünyadaki milyonlarca suçludan biri olayım...
Onlar için fark etmez ha bir eksik ha bir fazla.
Ya da sevinirler belki suçlu olduğuma.
Ne fark eder ki.
Bu dünyada suçlu değilsen yaşayamıyorsun nasılsa. 
Haydi hep beraber, içimizdeki umudu koruyarak, güzel günlerin geleceğine inanarak suçlu olalım.
Kim bilir belki bizim bu "suçluluğumuz" altında birleşir dünya...


Kim bilebilir ki?

18 Nisan 2011 Pazartesi

İlk Çeviri, İlk Heyecan...

Bir aydır bu günün heyecanı içerisindeydim. Nasıl yapardım, nasıl ederdim bilmiyordum ama ilk gerçek canlı çevirimi yapacaktım işte. Heyecan doruktaydı, nasıl yapacaktım ki? Yapabilir miydim ki? Kendine güvenmeyen bir halde gittim çeviriye... Kaçış yoktu, o gün gelmişti ve olan olacaktı. Belki batıracaktım her şeyi, kötü gidecekti çeviri, yapamayacaktım; belki de harikalar yaratacaktım, devleşecektim çevirimle ( abartı) :) Ama bir şeyler olacaktı, bu yaşanacaktı, bugün yarın olmasa da bir gün olacaktı ve o gün işte bugündü. Çıktık yola sabahın erkencecik vaktinde. Sabah rektörlükte eş zamanlı çeviri yapılacaktı ve bu gerçekten de çok büyük bir "challenge" dı. Arkadaşlarım nasıl yapacaktı ben dinleyemeyecek olsam da, kalbim onlarlaydı. Yaparlardı onlar, aksi düşünelemezdi bile. Yapamayan, yapamayacak olan, yapamayacağını düşünen bendim. Ben miydim yalnızca, yoksa herkes öyle miydi de haberimiz yoktu.









Daha sonra tanıştık Miss Tintti ile, O nasıl şekerlikti allahım öyle. Kucaklaştık isimlerimizin okunuşun sordu ve aynı bizim gibi de telaffuz etti.  Saatler geçti, çeviri saati gelmişti ve artık her şey an meselesiydi, kaçamazdın bırakamazdın yapacaktın işte. Önce Gülşah başladı çeviriye, yine güvensizlik diz boyuydu bende. Sonra sıra bana geldi, aman allahım o  neydi, çeviri yapmak,canlı canlı o anda, gerçek hepsi gerçek, oyun yok, canlandırma yok, önünde insanlar ve sen çeviriyorsun, bunun insana nasıl hisler hissettirdiğini anlatabilmenin bunu betimlemenin bir yolu olduğunu sanmıyorum. 3 saat süren yorucu ama bir o kadar da eğlenceli çevirinin ardından (nasıl eğlenceli olmasın oyunlar oynandı, hoplandı zıplandı) konuşmasını bitirirken Tintti, en büyük teşekkürü tercümanlarımız hak ediyor dedi ve bize sarıldı, işte o an işte o an var yaa ,inanılmazdı bir şeyleri hak etmek gerçekten tarif edilemez bir duygu. Tabi her lafımıza atlayan, öyle demedi yanlış çevirdiniz diyenler, ya da laf atanlar, kadıncağızın konuşmasında araya atlayıp saçma sapan şeyler söylemeye çalışanlar da olmadı değil. Ama acısıyla tatlısıyla sevdik biz bu işi,gönül verdik. İşte böyle de bir gündü bu ilk çeviri günüm. Her yönüyle güzeldi.

Çevirinin ardından rektörlüğe geri döndük. Kokteyle kadar 2 saat vardı ve oturup sabahtan beri devam etmekte olan ve canım Rana hocamı yiyip bitirmiş olan çeviriyi dinlemeye devam ettik biz de, O nasıl çeviridir, inanılmaz, onun gibi bir çevirmen daha var mıdır, yanına bile yaklaşabilecek bir çevirmen var mıdır bilmiyorum ama kanımca mümkün değil, çevirmenliğin bir kitabı varsa, yazarı Rana Kahraman olmalıdır.

Oturumlar sona erdiğinde, hocamızın da izniyle kokteyle katıldık. Harika bir soprano bize harika bir area konseri verdi. Ardından yedik de yedik içtik de içtik (rektörümüzün kesesine bereket :) ) ne güzel hep beraberce eğlendik. Tintti 'den Gülşah'a oğlu adına gelen evlenme teklifi de günün en ilginç olaylarındandı hani :)

Yarın yine Tintti'nin atölyesine çeviriye gideceğim, Hızımı alamdım, kim tutar artık beni. Biraz da olsa kazandığım öz güvenimle, daha güzel çevirilerde görüşmek dileğiyle ...

16 Nisan 2011 Cumartesi

Stop crying your heart out...

Stop crying your heart out... 


Hold up... hold on... don't be scared 
You'll never change what's been and gone 
May your smile... Shine on... Don't be scared 
Your destiny may keep you warm. 

Cos all of the stars are fading away 
Just try not to worry you'll see them some day 
Take what you need and be on your way 
And stop crying your heart out 

Get up... Come on... why you're scared 
You'll never change what's been and gone 

UZAK...

Seninleyken en uzağım sana. Sensizken sana yaklaşmaya çalışıyor, yaklaşıyorum. Ama ne zaman ki bir araya geliyoruz, uzağım sana, en uzak… Aynı yerde bulunmak seninle, sana yakın olmaktan ziyade, ne kadar uzaklaşılacağının bir betimlemesi insan zihninde.
Ha bu arada; “seninleyken de seni özlüyorum” zırvasından biraz faklı olarak şöyle bir şey bu:
Çünkü çarşamba, aynı zamanda çarşambaya en uzak gündür de.
Peyami Safa Gülay

15 Nisan 2011 Cuma



YARIN
bir şeyler olacak yarın
duruşundan belli
kırdaki atların
bulutların koşuşundan belli
kazışından köstebeklerin toprağı

karıncaların telâşından belli
bir şeyler olacak yarın
belki bir tomurcuk
belki bir ağacın düşen yaprağı
belki de bir çocuk

pek o kadar göremesek de uzağı
kuşların uçuşundan belli
bir şeyler olacak yarın
öbür günden önemsiz
yarından önemli

BÜLENT ECEVİT

9 Nisan 2011 Cumartesi

İMT'ye... 


Efsane geçen bir gecenin ardından 
Dudaklarımızda kalan tebessümdü dostluklarımız
Çılgın ama çocuksu ...


Sokak ortasında söylenen 
Yarım yamalak şarkılardı 
Soğuk kaldırımlarda içimizi ısıtan...


B.K.


(08.04.2011 Cuma)

8 Nisan 2011 Cuma

Bir hayal ve bir dilek…








Farklı olsun bugün…

Bölünmemiş bir uykuyla uyansam sabaha.
Fırlayıp yatağımdan , özenle giyinsem.
Dolmuşa binen tembelliğim bugün yürüse mesela…
Yavaşça seyrine dalsa gözlerim yeni bir günün  ve  insan telaşının…
Denize baktığımda  yalnız hissetmesem  örneğin, sen gelmesen aklıma…
Benzetmesem bugün kimseyi sana  ,kesilmese dizlerim birden,
düzenli atsa yüreğim içimdeki karmaşaya inat.
Yürüsem bugün daha da uzağa …
Hiç tanımadığım birinin hayat hikayesini dinlesem,
bir çay ısmarlayıp sigaramı paylaşsam…
Ya da başıboş  bir sokak köpeğiyle geçirsem günümü …
İkimiz de anlatmadan dinlesek …
Vedalaşırken minnet dolu bakışlarla uğurlasak dostluğumuzu.
Mesela, bir kahveye oturup bir gazete alsam elime,
sadece güzel haberlerden oluşan bir gazete…
Okurken gülümseyerek çevirsem sayfaları…
Şaşkın ama mutlu hissetsem …
Hatta hiç araba görmesem bugün…
Öyle bir yoldan yürüsem ki yapaylıktan çok uzak…
Yalnızca parkta oynayan çocukların heyecan dolu sesleri  yetişse kulağıma.
Memnuniyetsiz ve doyumsuz bakışlarla  hiç karşılaşmasam keşke.
Onların yerini her nefesten keyif duyan gülmeyi bilen insanlar alsa bugün…
Ve belki de hiç hayal kurmasam , sadece yaşasam ve görsem…
hayalini kurduğum her şeyin  bir anda karşımda durduğunu…
 kaybettiğimiz bütün o değerlerin yeniden bir zafer kazandığını…
görsem ve ölsem… o anda orada…


Erdem Çakmak

7 Nisan 2011 Perşembe

Dünyayı değiştirmek istemiştik, ama perişanca yenildik.... (Noviembre)

Şaşkınlıkla bakakalmıştı ekrana kız. Gördüklerine inanamamıştı çünkü. Bir daha bir daha baktı, bakakaldı. Hayır, gerçek olamazdı bu, bunu ona yapmış olamazdı. Kalakaldı kız öylece, sessiz ama içinde fırtınalar koparcasına. 


Gördüklerine anlam veremedi, böyle olmamalıydı, nasıl olmuştu da her şey bu hale gelebilmişti, anlayamadı. Bunu hak edecek ne yapmıştı, suçlu muydu, hak etmiş miydi yani? Suçlu olduğu yanlar vardı elbet, masum değildi hiç kimse, ama bu kadarı da ağır gelmişti işte. Hayatta onu çevreleyen, zor anlarında yanında olan arkadaşını kaybetmişti işte. Ya da o öyle olduğunu sanmıştı da yanında değildi hiç bir dem. 


Zor zamanlarda kucaklamışlardı onlar. Anlamaya çalışmışlardı birbirlerini. Ağladıklarını da görmüşlerdi elbet birbirlerinin, ama sevinç dolu anlardı hep onları sarmalayan. Ne de güzel günler geçirmişlerdi birlikte. Neler yaşamışlardı kim bilir! O bilirdi aynı kızın bildiği gibi, ama bilememişti demek ki...


Üzüldü buna kız. Üzülmemeliydi aslında, o da biliyordu. Ama, ama işte içinde birazcık da olsa bir suçluluk duygusu vardı ya, işte o bitiriyordu onu, atamıyordu bunu içinden, silemiyordu zihninden. Kız, o arkadaşını yalnız bırakmıştı biraz. Olamamıştı güzel günlerinde yanında. Ama kendince sebepleri vardı işte. Hem o biliyor muydu neler yaşıyordu o kız, nelere göğüs geriyordu ya da germişti zaten buralara gelmeden çook önceleri. 


Bilmiyor muydu sahi, bilmiyordu besbelli, yoksa ne olursa olsun bırakmazdı arkadaşını o. Sonra kız düşündü, yoksa hiç olmamışlar mıydı dost. Her şey öylesine miydi yani? Bitebilir miydi bir gün de şimdi bitti? Bu ihtimali düşünmek istemedi kız, artık hiç bir şey düşünmek istemediği gibi. Bitmişti her şey, yarım kalmıştı işte. Her şeye yetişemezmiş kız. Yapabileceğini sanmıştı halbuki. Eğer isterse her şeyi yapabileceğine inanmıştı çünkü. Buna inanmayı bırakamazdı, bu onun tek şansıydı. Ama olmadı işte, istediği her şeyi elde edemezdi demek ki, bedeli vardı mutlulukların...


Değiştirmek istemişti bir şeyleri, her şey daha güzel olacaktı, yeni güzel güneşli günlere doğru yol alacaktı...olmadı. Kapanacak mıydı gökyüzü yine, kararacak mıydı yollar? Yine ona düşen yenilmek miydi kaderin karşısında?


Hayır, böyle olmayacaktı, hatalar vardı elbet, ama ödenmesi gereken bedeller bunlardan daha ağır olamazdı, olmayacaktı, buna izin veremezdi, perişanca yenilemezdi böyle güçsüz, perişan, acımasızca...


Sustu yine de kız. Gelecekti onun da günü elbet, ama ne zaman? İşte bunu bilmiyordu kız. Yalnızca bir tek şeyi biliyordu, o da gelecekti o gün işte, gelecekti her şeyin güzel olacağı günler. Zaten güzeldi ama daha da güzel olacaktı işte. Üzemeyecekti bundan böyle hiç bir şey onu. Hatalarından sıyrılmayı bilecekti bu kız yeniden. Onu bir kalemde silenler, o da silecekti acımadan. Hayır, hayır, acıyacaktı işte. Ama acısından doğacaktı yeniden. Hiç bir şeyi unutmadan ama bunların onu yıkmasına da izin vermeden devam edecekti yoluna...


Bir gün o güzel günlerin geleceğine inanarak...


Bir gün!