9 Temmuz 2011 Cumartesi

onu gördüğüm anda ne kadar üzülürsem üzüleyim gözlerimdeki yaşlar gözümden akıp gidebilmek için birsel gibi birikirken ağlayamamak var ya... onun acısı sonradan çok kötü çıkıyor be çocuk... o sahne bittikten sonra çok fena ağlıyorum. o anı yaşarken değil orada o varken değil ama bittiği an parçalanıyorum, ağlıyorum ağlıyorum... nedenini bilemediğim tek şey bu sanırım...

1 Temmuz 2011 Cuma

Herşeyi Ters Anlayan 
Akıllı Ve Bi O Kadar Da Deli.. 
Komik Ama Gerektiğinde Ciddi...
Gülüşü...
I'm Brıllıant'ı ...
Well Deyişi ...
Birden Aklına Bişey Gelince Bağırışı 
Allons-y'si...
Oh Yes Diye Cevap Verişi ... 
Hello I'm The Doctor Deyişi .
Ve Herşeyi Seni Özledik Tennant Sadece Seni ...


demiş bir who sever eee doğru söze ne denir...

29 Haziran 2011 Çarşamba

We will sing to you, Doctor.
The universe will sing you to your sleep.
This song is ending. But the story never ends.

27 Haziran 2011 Pazartesi

benim doktorum insanları suçsuz yere azarlamazdı evet bunu yapmazdı...sen sürekli bağırıyorsun azarlıyorsun ama çok da bir şey yapmıyor gibi gözüküyorsun.. üstelik herkesi orada bırakıp yalnız takılayım dedin ama sonra yok yae deyip yanına amy'yi aldın. sinirlisin hep asabisin bu yüzden de daha çok hata yapıyorsun. artık o kadar da harika değilsin değil mi?
not: özür dilerim dokta biliyorum değişmek senin suçun değildi ama zaten sınırlı sayıda hayatın varken neden wilfredin ölmesine izin vererek kendini kurtarıp gidemedin ya da eminim bir çaresini bulurdun her şeye çare buldun bu zamana kadar ama neden o zaman bulamadın. boşa harcadığın en azından o anda boşa harcadığın o hayatla çok daha fazla kişiyi kurtarabilirdin. ama yapamadın değil mi? yapacak bir şeyin olmadığında o kadar insanı bırakabilmişken, orada öleceğini biliyor olsan da kurtaracak tek bir kişi olsa da senin için fark etmezdi ve canını verebilirdin değil mi? önemli olan onu kurtarmaktı ve yaptın. şimdi mutlu musun peki? umarım öylesindir,çünkü buradan bakınca öyle gözükmüyorsun.

26 Haziran 2011 Pazar

ağlaya ağlaya senden vazgeçiyorum oldu bu...
yavaş ve sessizce akan gözyaşlarıyla veda ederken o günlere...
gelecek güzel günlere inanarak...
ama hiç bir şey eskisi gibi olmayacak değil mi?
öyle olur sanmıştım ama sen söyledin zaten öyle olamayacağını...
ağladım işte, ağladım ardından resimlere baka baka ağladım...
tamam seni de seviyor olabilirim ama ben asıl o hareketleri yapan doktoru o gülüşü o bakışı ama en çok da içindeki düşüncelerin hislerin dışa yansıyışını sevmiştim...
işte ağlıyorum şimdi mutlu musun dokta?

not: acınacak haldeyim.umudu kesiniz.
kendime inanamıyorum çok doktorik bir şey yaptım ve o çöktü gitti değişti ben yıkıldım falan ama bu yıkılmışlığımı üzüntümü üstümden tam da doktorun yaptığı gibi yeni bir maceraya koşarak yaptım ve yeni doktorla yeni maceralar yaşıyor onun koşuşturmasını izliyorum. doktor bunu bana sen yaptın dostum o yüzden şu anda bana kızgın olamazsın!

not: evet aklımı kaçırdım!
ağlamamamın sebebi ölmemiş olması di mi? daha güzel günler yaşayacak olması dimi? sevdiği herkesi görüp onlara veda edip sağ salim biçimde dönüşüm geçirebildiği için değil mi? hayatta olduğunu ve anlatılamayacak kadar güzel şeyler yaptığını sayısız canlıyı kurtardığını ve bundan asla vazgeçmeyeceğini daima iyiler için savaşacağını bildiğim için ağlamadım değil mi o zaman...

allons-y ve geronimo!

not: bu yenisini de seveceğim değil mi çok seveceğim bunu da değil mi? ama lütfen pörtlek gözlümden daha çok sevmeyeyim lütfen buna izin vermeyin olur mu? peh, sanki bu mümkünmüş gibi de, tabi ki ondan daha fazla sevemem onu, asla ! o hep en çok sevilen olarak kalacak, daima!
nasıl?
onun o pörtlek gözlü suratını gördüğüm an ağlardım gözlerim yaşarırdı. ama bu hayatımda izlediğim en acı finalde bile nasıl ağlamadım? niye? anlamadım ki! gitmek istemiyorum dedi. ağladı kendini hırpaladı devirdi vurdu kırdı acı çekti. bense ağlayamadım. ben sahiden de çok üzüldüğüm şeylerin ardından ağlayamıyor olabilir miyim?

25 Haziran 2011 Cumartesi

seni bugün kaybedeceğimi, hayır özür dilerim ölümle yüzleşip bedenini bugün değiştireceğini sanmıştım. next doctor adlı bölümden başka ne beklenirdi ki? ama öyle olmadı bununla alakası olmayan bir şey çıktı bla bla. ama geriye kaldı bu sezonla ilgili 3 bölüm. the waters of mars, end of time1 ve 2. sonra biliyorum kesin olarak gideceksin doktor. benim kızıl kafalı olmak isteyip bir türlü olamayan ama onun yerine kahverengi harika saçlara sahip olmuş olan pörtlek gözlü her bölümde bir kadını öpen ya da aslında daha çok kadınlar tarafından öpülen ama nedense hiçbir zaman öpen kadınların karşısına da geçip de hanım sen ne yapıyorsun demediğin sevgili doktorum. yarın bizi yepyeni bir başlangıca sürükleyecek olan sonda görüşmek üzere...

not: ben de planet of the dead bölümündeki doktor aşığı bilim adamı gibi bağırmak istiyorum:
"I love you Doctor!"

24 Haziran 2011 Cuma

teşekkürler doktor! beni bu en sevdiğim halinin son anlarında eski zamanlarına götürüp biraz da olsa teselli bulmama izin verdiğin için. ilk zamanlar yaşadığın şeyler... ama şimdi o K9 köpeği anlamam için Torchwood ile diğer dizi neydi işte onu da izlemem mi gerekiyo yani? çünkü o köpeğin ortaya çıkabileceği bir yer kalmadı ve o köpekli bölümdeki kadın da sendin hatırlıyorum. neyse bakıciz artık. belki de o da sır olarak kalmalı he? neyse...
yeni hayatına geçeceğin (en azından benim hayatımdaki yeni hayatına) bu günün ağarmaya başladığı şu saatlerde söyleyebileceğim tek şey var ...
eski halini özleyeceğim ama seni hep aynı şekilde hatta daha da artarak seveceğim.söz.
beg.

NOT: EVET BEN BİR DOCTOR WHO HAYRANIYIM. DELİRİYORUM ONUN İÇİN.NAPIYIM YANİ.BEN BUYUM İŞTE.
seni bu kadar erken kaybetmekten o kadar üzülmüştüm ki ama sen bana izlenmemiş bir kaç bölüm (özel bölüm) hediye ettin. işte benim doktorum. daha önce izlememiş olmaktan dolayı üzülüyordum ama, demek sebebi buymuş bana son bir sürpriz yapacak olmanmış. yarın büyük olasılıkla izleyeceğim ilk bölümde ölümle burun buruna geleceksin ve dönüşüme uğrayacaksın. o kocaman ağzındaki hayat dolusu gülümsemeni de alıp gideceksin tamam sen gitmeyeceksin sadece o vücut gidecek sen hep sen olacaksın ve hep öyle kalacaksın. ama o yeni yüze nasıl alışacağım. bu hikayenin yeni devamı nasıl olacak bilmiyorum. yarın görücez.

o zaman alonzzi doktağ!

23 Haziran 2011 Perşembe

evet onu kaybetmekten korkuyordum.ölmeyecekti aslında sadece yüzünü sesini bakışını gülüşünü değiştirecekti ama aslında hep aynı olacaktı gözlerinin içinden aynı bakacak aynı sıcaklıkla gülümseyecekti. onsuz dünyanın nasıl bir yer olacağını görmüştük işte. oysa o gidince ne yaparımlı cümleler yanlıştı işte. o bir yere gitmeyecekti. işte bunu anladım bugün. onun bir yere gittiği yok. sadece vakti geldiğinde ki bunun olması da çok ama çok acı bir şey, ölümle yüz yüze geldiği zaman hayatta kalabilmek için kendini yenileyecek. hepsi bu. evet belki aynı yüz aynı ses aynı gözler dudaklar ağız burun o şebelek gülüşü o kimsenin taklit edemeyeceği "voat, alonzii ve molto bene ve vat foğ" deyişleri olmayacak belki olacak ama aynı şekilde tatta olmayacak ama işte yine aynı doktor olacak. onun gidişi üzücü olacak yıkacak tabi ki beni ama giden sadece yüzü olacak. teselli bulmalıyım biraz. ya tamamen gitmiş olsaydı. bu gerçek olamazdı.
iyi ki var. 9.yu da sevmiştik ve evet hiç kimse 10.su kadar sevilmedi ve sevilemez de ama ne fark eder ki? hep aynıydı hiç değişmedi ki belki git gide gençleşiyo falan ama...
gerçi şimdi de bütün kızların sevgilisi olmuş ya 11 numara. aman şımarık küçük salak kızlar işte. yeni ve daha yakışıklı birini görmeye dursunlar hemen diğerini unutup ona yapışıyorlar. david unutulur mu? unutur muyum? hayır. işte  bu mümkün değil cınım.
zaten daha bir yere gittiği de yok doktorumun! di mi doktor?
doktağ doktağ? ağ yu değ?
Beg.

12 Haziran 2011 Pazar

YORUMSUZ...

Atatürk'ü seviyorum çünkü, Atatürk ne koyu bir sağcı kadar faşist, ne koyu bir solcu kadar komünist ruhluydu.
Atatürk'ü seviyorum çünkü, Atatürk ne camiye inançsız girecek kadar dinsiz ne de inançlarıyla boğulacak kadar yobazdı.
Atatürk'ü seviyorum çünkü, Atatürk ne cahilliğin pençesinde boğuldu ne de bilgeliğin ellerinde halkına yüksekten baktı.
Atatürk'ü seviyorum çünkü ; asla satılmadı ve asla satmadı.


-unknown-

11 Haziran 2011 Cumartesi

"It's impossible." said pride. "It's risky." said experience. "It's pointless." said reason. "Give it a try." whispered the heart.
that's life!

neden bir şeyi seçerken diğer şeylerden vazgeçmiş oluruz istemesek de?
niye ondan uzaklaşmak zorunda kalırız fark etmeden?
her şey aynı anda olamıyor değil mi? birlikte gidemez değil mi hiç bir şey?
seçimlerimiz hayatımızı yönetir, yöneten bizler değiliz değil mi?
böyle mi olmasını istiyoruz ya da her şeyin bir karşılığı mı var?

who would have known how bittersweet this could taste?

10 Haziran 2011 Cuma

BUFFY THE VAMPIRE SLAYER!

Bitirdim. Sonunda bitti, yani dizi değil. Kötülüğün kökünü kazıdık attık. Gerçi bir tane daha cehennem ağzı varmış ama artık onu da diğer avcılar halletsin değil mi?

Bu dizi efsane, efsanedir, efsaneymiş, efsaneydi ve efsane olmaya devam edecek.
Anlatılmaz o yüzden neyi nasıl anlatayım bilmiyorum, anlatmak istiyorum içimi dökmek istiyorum ama kelimeler düğümleniyor, gelmiyor işte...
Buffy, Giles, Xander, Willow...
Dawn,Anya...
Onlar sonuna kadar ayakta kalanlardı, savaştılar başardılar...
Anya iblislikten insanlığa geçip insanlık uğrunda savaşarak öldü.
Daha ne söylenebilir ki?
Xander'ın artık bir gözü yok, ama ona bu da yakıştı, o zaten hep kahraman değil miydi...

Bilmiyorum daha ne söylenir, belki üstünden azıcık zaman geçince söyleyebilirim ama şu an değil...
Dizinin özeti mi?

İYİLER DAİMA KAZANIR, BUFFY İSE SONSUZA DEK!!!

Bu arada bloody Spike sen ne yaptın öyle yaa? Kötünün de kötüsüydün, Buffy'ye aşık olun, sonra ruhunu aldın, sonra gittin dünyayı kurtardın kendini feda ederek...
Unutulmayacaksın sarı kafalı vampirim benim ...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Düşüncelere asla kurşun işlemez!

Bugün bir kez daha kanıtlandı.
Ne olursa olsun başınıza ne gelirse gelsin şu dünyada insanı ayakta tutan tek şey inanmaktır, düşünmektir. İnandığınız sürece her şeyi başarabilir, her yere gidebilirsiniz. Hissedin bu gücü içinizde, kimse size engel olamaz ki, düşünceleriniz ele geçiremez, hissettiklerinizi...

Yeter ki inanın, mutlaka ne olursa olsun eninde sonunda başarırsınız...
Direnin istediğiniz şey için, uğrunda savaşın yorulun takatiniz kalmayıncaya kadar uğraşın savaşın, ama asla savaşmaktan vazgeçmeyin...
bu savaş inancın,azmin ve düşüncenin savaşı olsun, silahınız kalbiniz haritanız aklınız olsun
ne olursa olsun vazgeçmeyin...

"zafer zafer benimdir diyebilenindir." M.K.Atatürk

(belki devam eder...)
 devamı...
bu arada unutmadan, sizi bu yolda yıldırmak isteyecek şeyler olacaktır, sana yapamasın pes et, bırak savaşmayı diyecekler olacaktır ve siz o anda sadece yalnızca tek bir şeyi düşünün: ben bunu başarmak istiyor muyum?
eğer gerçekten istiyorsanız, işte o zaman sizi hiç bir şey durduramaz!


beg.


not: bu yolda çok şeyler kaybedebilirsiniz, pek çok önemli, onsuz olamayacağınızı düşündüğünüz şeyleri.... yalnız da kalabilirsiniz...
ama ne olursa olsun o uğurda savaşırken içinizdeki o sese kulak verin vazgeçme diyen umut dolu sese...

5 Haziran 2011 Pazar

her şeyin sonu  vardır ama....

biliyorum bir şeyi yaşadıkça ne kadar yoğun yaşarsak da yaşayalım sonuna geliyoruz işte...mesela artık üniversite 4. sınıf öğrencisi sayılırım. her güzel şeyin bir sonu var ardından gelecek daha güzel şeyler olacak olsa bile. bir daha yaşanmayacak işte bir kereydi o anlar bir kere yaşandı ve daha geri gelemeyecekler. gittiğimiz yerlerde o insanlarla o anda sadece o anlık olabiliyoruz işte ne geri dönüşü var ne de yeniden yaşanma şansı. yaşanıyor ve bitiyor hayat.

evet bu konuya izlediğim ve çok beğendiğim bir dizi yüzünden girdi. evet bu günlerde sürekli onu sayıklayıp duruyorum ve eminim insanlar bıkmışlardır bundan ama elimde değil. her gün her saat onu izlemek istiyorum, başka bir şey yapmamak falan... ama izledikçe sonuna daha da çok yaklaşıyorum ne kadar hızlı gidersem yoğun gidersem mutlu gidersem o kadar hızlı yaklaşıyorum sonuna. zaten biliyorum benim favori doktorum da ölecek yani beden değiştirecek ve yenisi gelecek tıpkı rose'un gittiği gibi o da beni bırakıp gidecek. aslında beni bıraktığı falan yok, aslında gerçek bile değiller hiç biri, ama hayat işte insan bir şeylere tutunmazsa bir şeylere gönül vermezse nasıl yaşar ki, müziğe resme filmlere güzel olan her şeye, doğaya ağaca kuşlara, eşe dosta arkadaşlara...
hayat bu ... hiçbirimiz hiçbir şeysiz kalamıyoruz işte... seviyoruz bir şeyleri ve hep sürmesini istiyoruz her daim...
ama hayat öyle değil işte her şeyin bir sonu var
umalım ki güzel sonlar olsun bunlar güzel başlangıçlara yerlerini bırakacak güzel sonlar...

sonuçta şu dünyada ne varsa her şey insanlar için değil midir?

beg.

4 Haziran 2011 Cumartesi

aslında herkes yalnızdır...

çevremizde arkadaşlarımız vardır, eşimiz dostumuz ailemiz...çok severiz onları hayatımızdır onlar bizim. hep onlarlayızdır onlarsız olamayız, düşünemeyiz...

ama bir şeyi kabul etmeyiz hiç bir zaman...aslında hepimiz yalnızız. yalnız geldik bu dünyaya evet yanımızda insanlar vardı annemizin karnında,ama orada bile bir mücadele vardı ve orada da yalnızdık işte, bir yolunu bulduk hayatta kaldık annemiz sayesinde belki ama kendi başımıza... bunu onların yardımıyla ama yalnız yaptık ...
hayat da bu şekilde devam ediyor işte, her gün insanlarlayız, konuşuyoruz paylaşıyoruz, üretiyoruz
ama işte aklımızda da kalbimizde de yalnızız. bir tek biz varız bizden ötesi yok ve buralara kimse giremiyor müdahale edemiyor işte.

başarılarımızda yalnızız aslında sevinçte üzüntüde ama yalnızız içimizde. bunu illa ki kötü olarak algılamayın. yalnızız diyorsak bu kötü değil ya.yaptıklarımız düşüncelerimiz bizim eserimiz. kendimize inandıkça daha güçle hevesle sarılıyoruz hayata. daha da uğraşıyoruz güzel şeyler yapmaya. inandıkça güçleniyoruz. umut oldukça yalnızlığımızı başkalarının yalnızlıklarında onlarla avutuyoruz.yalnız inancımızla devam ediyoruz ve bunu ancak biz kendimiz gerçekleştirebiliyoruz. biz inanmazsak kim inandırabilir, sevmesek korkmasak hissetmesek düşünmesek kim bunları bizim yerimize yapabilir ki?

anlamsız mı oldu yazdıklarım. çok mu saçma geldi. aslında değiller. benim için değiller. kendi içinde anlamları var. sadece ben anlıyor olsam bile.

işte böyle sürüp gidiyor hayat...
AMA AĞLADIĞINI DA GÖRDÜM!!!

evet ağlamıştın ve sırf ve belki de sırf rose o kadar ağladı  diye ağlayamamıştım ben, sanırım böyle oluyor etrafta çok ağlayan varsa ağlayamıyorum en. bozukluk var bende ne yazık ki. ama rose ağlarken ve sen onunla yine her zamanki gibi gülerek konuşurken son sözler söylenirken diyeceklerini söyleyemeden yok oldun da ağladın yaa, o an işte ben vuruldum. yok oldum. ne kadar üzüldüm haberin var mı acaba?  şimdi ise yola devam etme zamanı değil mi..

aslında itiraf edeceğim bir şey var
ben de senin gibiyim. başıma gelen kötü şeylere gülüp geçip yoluma devam ediyorum, yitirilen arkadaşlıklar geri gelmeyecek güzel günler falan..
aslında ben de bir çeşit zaman lorduyum. zamanda yolculuk eden mutlu heyecan dolu anlara dokunan...
o zamanların sürmesini isteyen ama en sonunda onları yitiren
çok üzülmeyen ya da üzülmüyormuş gibi gözüküp sonunda yalnızken ve buna mahkumken gözünden bir damla yaş düşen...
her şeye gülen, üzüntüye yer vermek istemeyen, insanları da mutlu etmek için elinden geleni yapan, onların uğruna kendini feda edebilecek bir zaman lordu...
olamam mı? sana mı sorucam hem henüz affetmedim de seni.

ama çok sürmez bu da biliyorum. ne de olsa aynıyız değil mi , çok sürmez üzüntümüz, yola devam etmek zorunda olduğumuz bildiğimiz için. 
geride kalanları tebessümle hatırlayıp, anılarının sıcaklığıyla geleceğe yürümek
işte senin de benim de bütün meselemiz bu...

görüşürüz doktor.
beg.
AMAN DA AMAN NELER DUYUYORUM!!!

Kıza şimdi dil döküyor, yok sadece bir gezintiymiş, onun yerini alacağını düşünmemeliymiş, eski arkadaşının adı rose'muş onun yerini alamazmış, iyiymiş şimdi ailesi ile mutluymuş falan.
hadi len hadi oradan

seni gönül hırsızı ırz düşmanı( tamam bu biraz ağır oldu, ama sinirliyim) seni küçük pörtlek gözlü uzaylı yaratık...
rose ne halde şimdi senin haberin var mı acaba? 

FUCK YOU!
SANA GERÇEKTEN KIZGINIM DOKTOR!!!
her şeye ama her şeye çare buluyorsun. her istediğini yapıyorsan gezegenden gezegene evrenden evrene zamandan zaman atlıyorsun. ama en onunda gel gelelim rose'u bırakıp gidiyorsun. bundan önce siz ayrılacaksınız her an diye ben mütemadiyen ağladım öleceksiniz falan filan diye. sonra size bir şey olmadı kederimden mahvolurken ağlarken gözyaşlarım sevince dönüştü yaşlar içinde gülüp kahkaha atmaya başladım. sonra bir gün geldi ve sen onu bırakıp gittin hem de diğer dünya da. sonra da sonra da hayatına devam ettin ki tabi devam edecektin ama şimdi geldin şimdi bir de başka bir kızı ayarttın onu yanına almaya çalışıyorsun. sen tam kız avcısısın insanları ayartıp yanına alıp sonra onları terk ediyorsun üstelik kendine alıştırıyorsun kendini sevdiriyorsun sana aşık oluyoruz. sonra bir bakıyoruz pat suratımı değiştirdim, pat kızı değiştirdim oh ne güzel ben bir zaman lorduyum, yok yaa!!! öyle yağma yok, niye yapıyorsun bunu bize.
rose'u orada bıraktığında yine dedim her zamanki gibi ayrılıyor gibi olursunuz ölüyor gibi olursunuz da yine bir araya gelirsiniz dedim, bu sefer ağlamak yok, üzüntü yok onlar için mutlu ol, hayattalar ölmediler yaşıyorlar yine pek çok macera yaşayıp haya kurtaracaklar dedim. anam o da ne kızı orada bıraktı, kendi devam etti hayatına hem de başka kızı ayarttı yine aldı yanına.
oh ne ala memleket!!!
snaa çok kızgınım doktor, çooookkk!
bakalım kendini nasıl affettireceksin seni küçük pislik doktorumsu uzaylı idiot!!(bu da mickey içindi.)
şu an çok sinirliyim başka da bir şey söyleyemiyorum sinirden
sonra görüşürüz doktor görüşürüz.

beg.

2 Haziran 2011 Perşembe

Hayatımın arka plan resmi...


sanırım deliriyorum. yarım saatten uzun süredir bloguma arka plan resmi bulmaya çalışıyorum. başka işim mi yok allasen? demek ki yok ya da başka bir şeyle ilgilenmek istemiyorum. 
gelelim hayatımın arka plan resmine... evet benim hayatımın bir arka plan resmi var tabi blogum gibi. herkesin olmalı da. hayata bakış açınızı o belirler hayatınızın arka plan resmi. sizi yansıtmalıdır,sizden bir parça olmalıdır ama sizden bağımsız, size yol gösterecek ama sizi mahkum etmeyecek bir resim. mecazidir elbette soyuttur tanımlanamaz öyle kesin çizgilerle ama orada vardır işte ve insanlar bunu hissederler, ya da hissetmezler ama siz bilirsiniz o hep oradadır ve ne zaman ihtiyacınız olsa bakarsınız ona, gözünüzle değil belki kalbinizle ama bakarsınız, çünkü en zor anlarda size devam etme gücü veren o resimdir işte.


valla var benim öyle bir resmim. tanımlanamayan ama benimle yaşayan var yani.
anlayan anlar beni ve hayatım için kalbimde çizmiş olduğum resmi.
ya da kimse anlamaz o da olabilir tabi.
ama muhakkak anlarlar bir gün beni de.
ya da anlamazlar bu onların bileceği bir iş tabi
ben her zamanki gibi yoluma devam ederim
yalnız kovboy, yorgun savaşçı, yılmaz asker, kırık kalp, küçük kız, cesur yürek...
ve bunu hiç bilmezler belki de...


not: şu an yayınlanmadan önce blogumdaki resim dünya haritası falan ya, evet yani gerçekten dünya turu yapmayı düşünüyorum, balkanlardan başlıcam buna bakalım umuyoruz yapabiliriz :)


b.kaç.

27 Mayıs 2011 Cuma

öyle...



black hearts and red spades: söylemiştim daha önce...



ihtiyacın varken, muhtaçken hiç kimse olmaz yanında. çünkü hayat böyledir, senin ezilmeni seyretmek ister, bundan zevk alır ya da ayağa kalkışını, insanlığını, gücünü keşfedişinin tüm görkemini görmek ister ve bundan da zevk alır.
hayat kafası karışık küçük bir kız çocuğu gibi, bazen şımarıklıklarından utanıp yüzü kızarır ve susar, o zaman hayat huzurludur, bazen de tek yaptığı istediğini annesine aldırmaktır, ağlar, gürler, ayaklarını yere vurur ve bizim ağzımıza sıçar.
hayat, sende varsa eğer çok daha fazlasını verir sana, yoksa koklatmaz bile. manasız bir mantığı, aptal bir adalet anlayışı vardır.
hayat seni hep yalnız, güçlü ve kendine ait görmek ister. başkasına ait olduğunda bu kadar sorun yaratması, hep onun ailesinin tek çocuğu olmasından kaynaklı.
hayat, herkes kendine ait olsun ister. bir oda dolusu oyunca bebek isteyen, pembe fırfırlı elbiseli, beyaz ayakkabılı, kıvırcık saçlı, şımarık bir kız çocuğu gibi.


 kleriomantinapulastos
A Time Will Come
A time will come,
A time will come,
When the people sit with a peaceful heart,
Watching the beautiful, beautiful game, 
That is battle, and service, and sport, and art.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Life is a moment dedik ya bir kere...

Life is a moment dedik ya bir kere... 


Hayat gerçekten de sürprizlerle dolu, yani bir anı bir anını tutmuyor keratanın yahu! Bugün aldığım bir haber beni gerçekten de şaşırttı, sevindirdi, çok iyi oldu çok da güzel oldu. Aldığım haber hayatımdaki insanlar açısından çok önemliydi, onları ilgilendiren ama beni çok mutlu eden cinsinden :) Haberin perde arkası da vardı tabi öncesi tartışmalı pozisyonlar penaltılar derken, bi baktık ki maç aslında çoktan kazanılmış :)


Evet saçmalıyorum ve yazdıklarım hiçbir şey ifade etmiyor belki size ama bana çok şey ifade ediyor. Bu olayı, bu olayın öncesini ve olacak olanları çok iyi hatırlamam gerekiyor bunu gerçekten istiyorum.


Hayat çok garip, ne zaman ne çıkaracağı belli olmuyor karşınıza...
Ama siz yine de bir şey yapamadan bekliyorsunuz olacakları...


Ee zaten ünlü bir düşünürün de dediği gibi


"what can I do sometimes? that's the football, it's the football!" :)))

1 Mayıs 2011 Pazar

Haydi bakalım...


adamın sebepleri var
kadının anadan üryan rahatlığı
adam gece kadar sessiz
kadın şafak vakti kadar şizofren.
adam görmezden gelemeyecek kadar doğulu
kadın her şeyi görecek kadar beynelmilel
adam yalnız orhan gencebay şarkısı kadar
kadın cemal süreya şiiri kadar duman
adamın adım atacak takati yok
kadının gözleri dağları aştırmakta
adam boğuluyor yeşil yeşil
kadın süt dökmüş kedi!
adam hayyam kadar kararsız
kadın şarap kadar sebati
ve adam yanaşıyor bir beden
ve kadın siliyor bir kalemde!

Serdar Tunç
… 14.10.2008

28 Nisan 2011 Perşembe

...and the Oscar goes tooooooooooo... the hell!


Yani evet biliyorum bir yazının başlığı böyle olmamalı, ya da en azından çeviri günümü anlatırken olmamalı, ama ya bu günümü tanımlayabilecek en iyi cümle buysa?


Yine bir gün önce heyecanla uyumaya çalışmış, ama çeviri yapacak olmanın verdiği heyecanla uyuyamamıştım. Sadece ben mi? Buddy'm, can yoldaşım, arkadaşım Gülşahçım da uyuyamamıştı... 
Sabah heyecalıydık, ama tercümandık ya da daha değildik ama o yoldaydık ve o yolda başımıza neler gelebileceğinden habersizdik ki hala da öyleyiz belki de...
Sabahın köründe kalkıp düştük yollara. Gideceğimiz okulu bulncaya kadar akla karayı seçtik, yetkiliye ulaşamadık, çevredekilerden yardım istedik, allem ettik kallem etik ama sonunda yetkiliye ulaştık ve nitekim okula geldik.
Okul bir kolejdi.. Felsefemsi bir konuda çeviri yapacaktık, öğrencileri düşünmeye teşvik edecek alıştırmalar yapılacaktı. Harika olacaktı, olmalıydı, sabahki yorgunluğumuzu, yollarda geçen saatleri unutacak, çok güzel bir çeviri geçirecektik. 
Ama bir şeyden habersizdik, çevirdiğiniz kimseler her zaman harika olamayabiliyorlar işte.
Çevirisini yaptığımız kişinin adı Oscar'dı. Kendisi şeker birisine benziyordu başta. Ama çeviri başlamadan önce bize bir uyarıda bulundu görevli: "Oscar'ın dili biraz serttir, çeviriyi yumuşatarak yapmanız gerekiyor, yoksa öğrenciler gidip ailelerine şikayet ediyorlar" İşte bu gerçekten de ilginçti. Yumuşatarak mı yapacaktık? Palyaço musun derse komiksin, çeneni kapa deyince susar mısın gibi ...
Gerçekten de öyle de oldu. Konuşması sırasında çocuklara karşı takınılmaması gereken bir tutumla yaptı yapacaklarını Oscar Bey. Susun, çenenizi kapatın, oturun, anlamıyor musunuz gibi cümleler. Tabi ki bunları nasıl yumuşatacağını şaşıran şaşkın ama kontrolünü kaybetmemek için ellerinden geleni yapmaya çalışan tercümanlar...
Odaklanmayı öğretmeye çalışan bir adamdı karşımızdaki, ama iyi davranmak adına bir şey öğrenememiş bir adam. Tarzı ve davranışları yaptığı eğitimin bir parçası olamazdı, kendinin bir parçasıydı ve gerçekti.
Bunu anlayınca kötü olduk tabi ama elden gelen bir şey var mıydı ki? Ne söylendiyse onu yapacaktık işte.


Gerçi yapılanlar bir işe yarar mıydı? Nasıl davranılması gerektiğinin ona doğru dürüst öğretilmediği ve ona şu anda davrandığı gibi davranmasına izin veren ya da öyle öğretilen çocuklara eğitim vermeye çalışıyorlardı. O çocukları onlar bu hale getirmişlerdi ve şimdi yine onlar bunu düzeltmeye çalışıyorlardı ya da belki farkında bile değillerdi yaptıkları hataların.Bu umursamaz tavırdaki çocuklarınsa hiç suçu yoktu, tüm suç büyüklerdeydi aslında.
Ama bunlar bizim işimiz değildi di mi? Zaten oturum sabırsız çocukların onlardan sabırsız asi öğretmenleri tarafından oturum linç edilerek zorla bitirildi. Bunu kendisi de anlayabilmiş değildi Oscar'ın ama o zaten bunu çoktan hak etmişti.
Oturum bittiğinde konuşmam zor muydu diye sordu Oscar bize dönüp, cevap verdim ama bana " ben sana mı sordum, niye cevap veriyorsun onun yerine, siz ikiz falan mısınız?" diye azarladı bizi. İkimize birden gelmişti bu soru, ona değildi sadece ama yemiştik azarı herkes gibi biz de işte.
Ha bir de, Gülşah'ın çevirmediği bir kısım vardı başta, Oscar" I am old" dediğinde o kısmı atlamıştı. Niye atladın diye sordu, Gülşah kesin bir cevap veremedi, ona dönüp "Çünkü sevilmek istiyorsun" dedi. "Öyle söylersen seni sevmeyeceklerini, senden nefret edeceklerini düşündün." dedi. İkimiz de bir anlam çıkaramadık bundan.
Bence bir şeyin farkındaydı, asıl ondan nefret ediyordu insanlar ve onlara sevgi vermekten korkuyordu asıl kendisi. Onlar tarafından sevilmekten korkuyordu. Ama bunu kendisine söyleyemedim, buna hakkım yoktu, ne de olsa ben tercümandım orada değil mi? Kendisi zaten vurgulamıştı başta. " Siz sadece çeviri yapın, başka bir şeye karışmayın" diye. 
Öyle de yaptık, elimizden gelenin en iyisini, hatta daha fazlasını yaptık ama yaranamadık kendisine sanırım. 
Günün sonunda, eğitim de olsa salonun ortasına çıkarılan ve kendisine yalancı denilen ama doğruyu söylemiyorsun diye çevrilen  çocuklar ve bu çocukların anlamsız bakışlar altında imza attırdıkları ve kitaplarının imza atılır atılmaz neredeyse suratlarına yazar tarafından fırlatıldığı dakikalar ve bütün bunları şaşkınlıkla ve anlamlandıramayan düşüncelerle izleyen tercümanlar kalmıştı.
Bugün orada olanlar neydi, neler oldu, nasıl oldu, kimse umursadı mı ya da kimsenin zaten hiç umrunda olmamış mıydı bilinmez, ama tercümanlarımız yine kendince dersler çıkarmışlardı kendilerine.
Tercümanlık da zaten her bir çevirinin ardından arta kalan dersler değil miydi?
Öyleydi besbelli ve de öyle olmaya da devam edecekti işte...

19 Nisan 2011 Salı

Kazanmak mı dediniz? Kimsenin bir şeyi kaybettiği yok ki!


Nereden mi çıktı şimdi bu? Evet aslında ben de şimdi gecenin şu saatinde hem de yarın henüz pek de çalışmadığım bir almanca sınavına girecek olduğum gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınırken, merak ediyorum ne yapıyorum ben böyle diye... 


Evet sınava çalışmak yerine öğrenciler vize ya da final zamanlarında kendilerine çeşitli ilginç uğraşlar bulduğu doğrudur, bu engellenemez zaten ama yine de konumuz bu değil.


İki gündür çeviri yaptığım Tintti'nin atölyesinde ben önemli bir şey öğrendim gerçekten ve yeni yeni tam anlamıyla idrak ediyorum bunu. Hayat sürekli kazananın ve kaybedenin olduğu bir yer değildir, aslında böyle bir düzen yoktur ya da olmamalıdır. Neden sürekli bir şeyler için kendimizi harap ediyoruz (tamam şimdi biraz sınavla alakalı oldu zira çalışmak istemiyorum, ama ne diye var ki sınavlar zaten, şayet bize sürekli bir şeyler yapmamız gerektiği değil de bir şeyleri gerçekten de kendimiz için yapmak istiyorsak yapmamız gerektiği söylenseydi ya da öğretilseydi böyle olmazdı zaten hiç bir şey) sürekli bir koşturmaca, yorulmaca,yarış hır gür, savaş, kavga -ki bunun illa ki tekme tokat olmasına gerek yok- içerisindeyiz de peki neden? Niye savaşıyoruz sürekli? Her şey bir şeyleri ele geçirmek midir yoksa mutluluk mudur şu hayatta? Bana sorsanız mutluluktur ki zaten ben de böyle yaşamaya çalışıyorum. Mesela arkadaşlarımla bir aradayken onlar içiyorlarsa ben içmiyorsam da sarhoş olurum doğamda var ben doğuştan sarhoşum alkole gerek yok, her şekilde eğlenebiliyorum, o yüzden de alkol kullanmam hiç bir zaman. İstediğim zaman kafamı iyi hale getirebiliyorum. Peki insanlar bu kadar kolay mutlu olabiliyorken, küçücük bir şey dahi yetiyorken kendimizi ya da başkasını mutlu etmek için, neden mutsuzluk için bu kadar uğraş var, neden sürekli bir şekilde mutsuzluğa sürükleniyoruz?


Ben çözemedim işte bunu bu saatte. Belki saat yanlış, belki zaman, belki yer ya da belki mekan. Yanlış günü de seçmiş olabilirim- ki almanca sakın üstüne alınma şekerim senin sınavının bu duygusal ana denk gelmesi ile hiç bir alakam yok ve bu duygusallığın seninle hiç bir alakası yok, o yüzden gözümün önünden bi yok ol git allasen. Hani her şey kazanmak ya da kaybetmek değil demek istiyorum. İnsanlar birlikte güzel şeyler yapabilirler, kimsenin kazanmasına ya da kaybetmesine gerek yok, dünya  böyle bir yer olmamalı, yani bunu öğrendim ben bu iki günde.Tüm insanlar bunu isterse ya da gün geçtikçe daha çok insan diğerlerini buna inandırmayı başarırsa belki de bir gün kim bilir bütün insanlar barış içinde yaşarlar, olamaza mı?


Hayal mi?
Evet hayal, ben de farkındayım bunun  ne yazık ki.
Savaşlar asla bitmeyecek
İnsanlar birbirlerini yemeye devam edecekler, birbirlerini öldürmeye, başkalarının hayatlarını çalmaya ellerindekileri almaya...
Küçümseyecekler daima bir birbirlerini, beğenmeyecekler kendilerinden başkasını.
Bunun sebebi aslında içlerinde bir şeylerin eksikliğinin olması olacak hep, ama onlar bunu inkar edecekler.
Çocuklar ölecek belki de şimdiden çok daha fazla çocuk çok da sefil ve gaddar bir şekilde öldürülecekler.
Acımayacak onlara hiç kimse, ekmeklerini alacaklar ellerinden ölmemiş olanların,
Kaçanları bulacaklar içlerinde bir gün belki de güzel bir dünyada yaşarız ümidiyle saklanmaya çalışanları bulacaklar
ve bundan vazgeçmeyecekler ta ki içinde ufacık da olsa bir umut besleyen birisi varsa onu da bulup yok edene kadar...
Bunlar olacak biliyorum.
Ama yine de umut ediyorum işte.
Suç mu?
Olsun, olayım o zaman suçlu!
Ne fark eder ki zaten ben de bu dünyadaki milyonlarca suçludan biri olayım...
Onlar için fark etmez ha bir eksik ha bir fazla.
Ya da sevinirler belki suçlu olduğuma.
Ne fark eder ki.
Bu dünyada suçlu değilsen yaşayamıyorsun nasılsa. 
Haydi hep beraber, içimizdeki umudu koruyarak, güzel günlerin geleceğine inanarak suçlu olalım.
Kim bilir belki bizim bu "suçluluğumuz" altında birleşir dünya...


Kim bilebilir ki?

18 Nisan 2011 Pazartesi

İlk Çeviri, İlk Heyecan...

Bir aydır bu günün heyecanı içerisindeydim. Nasıl yapardım, nasıl ederdim bilmiyordum ama ilk gerçek canlı çevirimi yapacaktım işte. Heyecan doruktaydı, nasıl yapacaktım ki? Yapabilir miydim ki? Kendine güvenmeyen bir halde gittim çeviriye... Kaçış yoktu, o gün gelmişti ve olan olacaktı. Belki batıracaktım her şeyi, kötü gidecekti çeviri, yapamayacaktım; belki de harikalar yaratacaktım, devleşecektim çevirimle ( abartı) :) Ama bir şeyler olacaktı, bu yaşanacaktı, bugün yarın olmasa da bir gün olacaktı ve o gün işte bugündü. Çıktık yola sabahın erkencecik vaktinde. Sabah rektörlükte eş zamanlı çeviri yapılacaktı ve bu gerçekten de çok büyük bir "challenge" dı. Arkadaşlarım nasıl yapacaktı ben dinleyemeyecek olsam da, kalbim onlarlaydı. Yaparlardı onlar, aksi düşünelemezdi bile. Yapamayan, yapamayacak olan, yapamayacağını düşünen bendim. Ben miydim yalnızca, yoksa herkes öyle miydi de haberimiz yoktu.









Daha sonra tanıştık Miss Tintti ile, O nasıl şekerlikti allahım öyle. Kucaklaştık isimlerimizin okunuşun sordu ve aynı bizim gibi de telaffuz etti.  Saatler geçti, çeviri saati gelmişti ve artık her şey an meselesiydi, kaçamazdın bırakamazdın yapacaktın işte. Önce Gülşah başladı çeviriye, yine güvensizlik diz boyuydu bende. Sonra sıra bana geldi, aman allahım o  neydi, çeviri yapmak,canlı canlı o anda, gerçek hepsi gerçek, oyun yok, canlandırma yok, önünde insanlar ve sen çeviriyorsun, bunun insana nasıl hisler hissettirdiğini anlatabilmenin bunu betimlemenin bir yolu olduğunu sanmıyorum. 3 saat süren yorucu ama bir o kadar da eğlenceli çevirinin ardından (nasıl eğlenceli olmasın oyunlar oynandı, hoplandı zıplandı) konuşmasını bitirirken Tintti, en büyük teşekkürü tercümanlarımız hak ediyor dedi ve bize sarıldı, işte o an işte o an var yaa ,inanılmazdı bir şeyleri hak etmek gerçekten tarif edilemez bir duygu. Tabi her lafımıza atlayan, öyle demedi yanlış çevirdiniz diyenler, ya da laf atanlar, kadıncağızın konuşmasında araya atlayıp saçma sapan şeyler söylemeye çalışanlar da olmadı değil. Ama acısıyla tatlısıyla sevdik biz bu işi,gönül verdik. İşte böyle de bir gündü bu ilk çeviri günüm. Her yönüyle güzeldi.

Çevirinin ardından rektörlüğe geri döndük. Kokteyle kadar 2 saat vardı ve oturup sabahtan beri devam etmekte olan ve canım Rana hocamı yiyip bitirmiş olan çeviriyi dinlemeye devam ettik biz de, O nasıl çeviridir, inanılmaz, onun gibi bir çevirmen daha var mıdır, yanına bile yaklaşabilecek bir çevirmen var mıdır bilmiyorum ama kanımca mümkün değil, çevirmenliğin bir kitabı varsa, yazarı Rana Kahraman olmalıdır.

Oturumlar sona erdiğinde, hocamızın da izniyle kokteyle katıldık. Harika bir soprano bize harika bir area konseri verdi. Ardından yedik de yedik içtik de içtik (rektörümüzün kesesine bereket :) ) ne güzel hep beraberce eğlendik. Tintti 'den Gülşah'a oğlu adına gelen evlenme teklifi de günün en ilginç olaylarındandı hani :)

Yarın yine Tintti'nin atölyesine çeviriye gideceğim, Hızımı alamdım, kim tutar artık beni. Biraz da olsa kazandığım öz güvenimle, daha güzel çevirilerde görüşmek dileğiyle ...

16 Nisan 2011 Cumartesi

Stop crying your heart out...

Stop crying your heart out... 


Hold up... hold on... don't be scared 
You'll never change what's been and gone 
May your smile... Shine on... Don't be scared 
Your destiny may keep you warm. 

Cos all of the stars are fading away 
Just try not to worry you'll see them some day 
Take what you need and be on your way 
And stop crying your heart out 

Get up... Come on... why you're scared 
You'll never change what's been and gone 

UZAK...

Seninleyken en uzağım sana. Sensizken sana yaklaşmaya çalışıyor, yaklaşıyorum. Ama ne zaman ki bir araya geliyoruz, uzağım sana, en uzak… Aynı yerde bulunmak seninle, sana yakın olmaktan ziyade, ne kadar uzaklaşılacağının bir betimlemesi insan zihninde.
Ha bu arada; “seninleyken de seni özlüyorum” zırvasından biraz faklı olarak şöyle bir şey bu:
Çünkü çarşamba, aynı zamanda çarşambaya en uzak gündür de.
Peyami Safa Gülay

15 Nisan 2011 Cuma



YARIN
bir şeyler olacak yarın
duruşundan belli
kırdaki atların
bulutların koşuşundan belli
kazışından köstebeklerin toprağı

karıncaların telâşından belli
bir şeyler olacak yarın
belki bir tomurcuk
belki bir ağacın düşen yaprağı
belki de bir çocuk

pek o kadar göremesek de uzağı
kuşların uçuşundan belli
bir şeyler olacak yarın
öbür günden önemsiz
yarından önemli

BÜLENT ECEVİT

9 Nisan 2011 Cumartesi

İMT'ye... 


Efsane geçen bir gecenin ardından 
Dudaklarımızda kalan tebessümdü dostluklarımız
Çılgın ama çocuksu ...


Sokak ortasında söylenen 
Yarım yamalak şarkılardı 
Soğuk kaldırımlarda içimizi ısıtan...


B.K.


(08.04.2011 Cuma)

8 Nisan 2011 Cuma

Bir hayal ve bir dilek…








Farklı olsun bugün…

Bölünmemiş bir uykuyla uyansam sabaha.
Fırlayıp yatağımdan , özenle giyinsem.
Dolmuşa binen tembelliğim bugün yürüse mesela…
Yavaşça seyrine dalsa gözlerim yeni bir günün  ve  insan telaşının…
Denize baktığımda  yalnız hissetmesem  örneğin, sen gelmesen aklıma…
Benzetmesem bugün kimseyi sana  ,kesilmese dizlerim birden,
düzenli atsa yüreğim içimdeki karmaşaya inat.
Yürüsem bugün daha da uzağa …
Hiç tanımadığım birinin hayat hikayesini dinlesem,
bir çay ısmarlayıp sigaramı paylaşsam…
Ya da başıboş  bir sokak köpeğiyle geçirsem günümü …
İkimiz de anlatmadan dinlesek …
Vedalaşırken minnet dolu bakışlarla uğurlasak dostluğumuzu.
Mesela, bir kahveye oturup bir gazete alsam elime,
sadece güzel haberlerden oluşan bir gazete…
Okurken gülümseyerek çevirsem sayfaları…
Şaşkın ama mutlu hissetsem …
Hatta hiç araba görmesem bugün…
Öyle bir yoldan yürüsem ki yapaylıktan çok uzak…
Yalnızca parkta oynayan çocukların heyecan dolu sesleri  yetişse kulağıma.
Memnuniyetsiz ve doyumsuz bakışlarla  hiç karşılaşmasam keşke.
Onların yerini her nefesten keyif duyan gülmeyi bilen insanlar alsa bugün…
Ve belki de hiç hayal kurmasam , sadece yaşasam ve görsem…
hayalini kurduğum her şeyin  bir anda karşımda durduğunu…
 kaybettiğimiz bütün o değerlerin yeniden bir zafer kazandığını…
görsem ve ölsem… o anda orada…


Erdem Çakmak

7 Nisan 2011 Perşembe

Dünyayı değiştirmek istemiştik, ama perişanca yenildik.... (Noviembre)

Şaşkınlıkla bakakalmıştı ekrana kız. Gördüklerine inanamamıştı çünkü. Bir daha bir daha baktı, bakakaldı. Hayır, gerçek olamazdı bu, bunu ona yapmış olamazdı. Kalakaldı kız öylece, sessiz ama içinde fırtınalar koparcasına. 


Gördüklerine anlam veremedi, böyle olmamalıydı, nasıl olmuştu da her şey bu hale gelebilmişti, anlayamadı. Bunu hak edecek ne yapmıştı, suçlu muydu, hak etmiş miydi yani? Suçlu olduğu yanlar vardı elbet, masum değildi hiç kimse, ama bu kadarı da ağır gelmişti işte. Hayatta onu çevreleyen, zor anlarında yanında olan arkadaşını kaybetmişti işte. Ya da o öyle olduğunu sanmıştı da yanında değildi hiç bir dem. 


Zor zamanlarda kucaklamışlardı onlar. Anlamaya çalışmışlardı birbirlerini. Ağladıklarını da görmüşlerdi elbet birbirlerinin, ama sevinç dolu anlardı hep onları sarmalayan. Ne de güzel günler geçirmişlerdi birlikte. Neler yaşamışlardı kim bilir! O bilirdi aynı kızın bildiği gibi, ama bilememişti demek ki...


Üzüldü buna kız. Üzülmemeliydi aslında, o da biliyordu. Ama, ama işte içinde birazcık da olsa bir suçluluk duygusu vardı ya, işte o bitiriyordu onu, atamıyordu bunu içinden, silemiyordu zihninden. Kız, o arkadaşını yalnız bırakmıştı biraz. Olamamıştı güzel günlerinde yanında. Ama kendince sebepleri vardı işte. Hem o biliyor muydu neler yaşıyordu o kız, nelere göğüs geriyordu ya da germişti zaten buralara gelmeden çook önceleri. 


Bilmiyor muydu sahi, bilmiyordu besbelli, yoksa ne olursa olsun bırakmazdı arkadaşını o. Sonra kız düşündü, yoksa hiç olmamışlar mıydı dost. Her şey öylesine miydi yani? Bitebilir miydi bir gün de şimdi bitti? Bu ihtimali düşünmek istemedi kız, artık hiç bir şey düşünmek istemediği gibi. Bitmişti her şey, yarım kalmıştı işte. Her şeye yetişemezmiş kız. Yapabileceğini sanmıştı halbuki. Eğer isterse her şeyi yapabileceğine inanmıştı çünkü. Buna inanmayı bırakamazdı, bu onun tek şansıydı. Ama olmadı işte, istediği her şeyi elde edemezdi demek ki, bedeli vardı mutlulukların...


Değiştirmek istemişti bir şeyleri, her şey daha güzel olacaktı, yeni güzel güneşli günlere doğru yol alacaktı...olmadı. Kapanacak mıydı gökyüzü yine, kararacak mıydı yollar? Yine ona düşen yenilmek miydi kaderin karşısında?


Hayır, böyle olmayacaktı, hatalar vardı elbet, ama ödenmesi gereken bedeller bunlardan daha ağır olamazdı, olmayacaktı, buna izin veremezdi, perişanca yenilemezdi böyle güçsüz, perişan, acımasızca...


Sustu yine de kız. Gelecekti onun da günü elbet, ama ne zaman? İşte bunu bilmiyordu kız. Yalnızca bir tek şeyi biliyordu, o da gelecekti o gün işte, gelecekti her şeyin güzel olacağı günler. Zaten güzeldi ama daha da güzel olacaktı işte. Üzemeyecekti bundan böyle hiç bir şey onu. Hatalarından sıyrılmayı bilecekti bu kız yeniden. Onu bir kalemde silenler, o da silecekti acımadan. Hayır, hayır, acıyacaktı işte. Ama acısından doğacaktı yeniden. Hiç bir şeyi unutmadan ama bunların onu yıkmasına da izin vermeden devam edecekti yoluna...


Bir gün o güzel günlerin geleceğine inanarak...


Bir gün!

15 Şubat 2011 Salı

NASIL GİDERSİN SEN BE DELİ İBO!!!


5 Kasım 2010 Cuma sabahı... Porto Havaalanı'ndayız...
Takım bir gece önce Porto ile 1 - 1 berabere kalmış, keyifler yerinde.
Kafileyi İstanbul'a taşıyacak THY uçağının kapısını açmasını bekliyoruz.
Futbolcuların kimi free shop'ta alışverişte, kimi sohbette, kimi kulağında Bose kulaklığı müzik dinliyor.
Kaptan tek başına oturuyor... Elinde kitabı... Alain de Botton’un “Felsefenin Tesellisi”ni okuyor Deli İbo...

Yanına gidiyorum... Yüzünde o her zamanki içten tebessüm beliriyor. "Gel ağabey..." diyor.
Yanına oturuyorum.
Çantasına uzanıyor; siyah Beşiktaş formasını çıkarıyor.
Sırılsıklam... Teri üzerinde... Sırtında "İbrahim" yazıyor. 19...
Dün akşamki maçta giydiği forma. Maç öncesi rica ettiğim, "Kaptanımın forması"...
Teşekkür ediyorum... Alıp, doğrudan çantama koyuyorum.
Bunu görünce, "Oh be ağabey" diyor. "Bak sen de benim gibisin."
Anlamıyorum önce...
Açıklıyor: "Çoğunluk imza istiyor formaya. Ben de diyorum ki, üzerine imza attırıp şu canım formanın özelliğini, güzelliğini niye bozuyorsunuz !"

Böyle bir "Beşiktaşlı" ile vedalaştık biz bugün...

* *

Ankara’da, ofiste, işimin başındayım…
Cep telefonum çalıyor. Ekrandaki isim “İbrahim Üzülmez”.
“Söyle kaptanım…” diye açıyorum.
“Nasılsın abim?..”
“İyiyim kardeşim, çalışıyoruz, uğraşıyoruz… sen?”
“İyi be abim… Bir ricam var senden…”
Anlatıyor…
Detaya girmeyeceğim…
Zor duruma düşmüş biri için yardım istiyor.
“Ankara’da bir tanıdık varsa, rica etsek” diyor…
“Tek başına, sahipsiz, gariban… Namusuyla çalışıyor… Sevaptır be abim” diyor.

Böyle bir “insan” ile vedalaştık biz bugün…

* *

Bir gece evde oturuyoruz eşimle…
İbo arıyor…
Oğlu Emir’in küçük bir sağlık sorunu olduğunu söylüyor, onun tedavisine yardımcı olacak özel bir tatil programı yapmak için fikrimi soruyor.
Eşini, kızını ve küçük oğlunu alıp gidebileceği yerlerle ilgili kafa yoruyoruz.
Kararını veriyor, programını yapıyor, ailece gidiyorlar.
Tatil, Emir’e ilaç gibi geliyor…

Böyle bir “baba” ile vedalaştık biz bugün…

* *

Meslektaşlarının yurt dışı ya da beş yıldızlı “in” tatil köylerini tercih ettiği tatillerde, eşinin memleketi Artvin’deki köye gitmeyi tercih eden…
Meslektaşlarının avukatlarla, menajerlerle gezdiği sözleşme yenileme dönemlerinde, yönetime, “Siz nasılsa benim hakkım olanı takdir edersiniz” deyip boş mukaveleye imza atan…
Meslektaşları 100 bin Dolar için günlerce pazarlık ederken, “Yine en az para bana verildi ama olsun… Allah’a şükür, bu ülkenin koşullarında biz çok iyi para kazanıyoruz” diyen…
Kazandığı parayla yaptığı yatırımlardan elde ettiği gelirle, memleketi Kocaeli’de yıllardır vergi (gayrimenkul sermaye iradı) rekortmenleri listesinde ilk üçte yer alan bir “Deli” ile vedalaştık biz bugün…

* *

“Porto Havaalanı’nda kitap okuyordu” diye başlamıştım yazıya…
Okuduğu kitap ile ilgili yayınlanan haberle bitireyim…

7 Kasım 2010 günü Vatan Gazetesi’nde Erdal Cömert imzasıyla yayınlanan haber şöyle.

{İbo'nun yeni rehberi!

Beşiktaşlı İbrahim Üzülmez'in hiç bilinmeyen bir yönü ortaya çıktı!...

İbo'nun yeni rehberi
Beşiktaş’ın “Deli” lakaplı kaptanı Üzülmez, tam bir kitap kurdu çıktı!

İsviçreli ünlü yazar Alain de Botton’un “Felsefenin Tesellisi” kitabını elinden düşürmeyen 35’lik yıldız, bu kitaptan öğrendikleri sayesinde futbol hayatını nasıl zenginleştirdiği VATAN’a anlattı.

BEŞİKTAŞ’IN “Deli” lakaplı kaptanı İbrahim Üzülmez’in her özelliğini bildiğinizi sanırsınız, değil mi?

Çalışkanlığını, yaşına meydan okuyan enerjisini, dürüstlüğünü, deliliğini vs.. Bu kadarını biz de biliyorduk.. Ama İbrahim Üzülmez’in tam bir kitap kurdu olduğundan haberimiz yoktu.. Porto deplasmanına giden Özlem Akarsu Çelik’in dünkü Akşam’da yer alan yazısında öğrendik ki, dünyanın en popüler yazarlarından biri olan Alain de Botton‘un “Felsefesinin Tesellisi” kitabını seyahat boyunca elinden düşürmemiş İbrahim.. Hemen telefonu çevirdim ve İsviçreli yazarı sordum Üzülmez’e..

İşte Beşiktaş Kaptanı’ndan herkesi şaşırtacak açıklamalar:

“KÖYDE yetişmiş, ortaokul mezunu biri olarak size filozof numarası yapacak değilim.. Açık söyleyeyim, Beşiktaş sayesinde kitap okuyacak noktaya geldim… Son 4-5 senedir de kitaplarla kendime rehabilitasyon uyguluyorum.. Porto’ya giderken havaalanında Alain de Botton’un kitabını seçtim.. Son günlerde okuduğum bir de Donald Trump’ın “Başarıya Giden 101 Yol” kitabı var..”

“SİZ şimdi beni imtihan edersiniz Alain de Botton ile ilgili... Kitabı alana kadar kim olduğunu fazla bilmiyordum.. Bilenlere sordum, felsefeyi günlük hayat diliyle anlatan, çok önemli bir yazarmış.. Gerçekten de öyle.. Ben Felsefenin Tesellisi’nden şunu anladım: Hayatta çok paran olabilir ama çok sağlam dostlukların olmayabilir.. Mal, mülk edinmek için çırpınmanın insana hiçbir hayrı yok.. Onun yerine gerçek dostlar kazanmak için çırpınmak daha büyük zenginlik getiriyor...”

“KİTAPTAN kendi hayatıma uyarladığım kavramlar da var: Mesela insan rahat olmalı... Stres günümüzün hastalığı.. Kafanı acayip şeylere takarsan, bizim işte de, başka işlerde de başarının imkânı yok.. Çünkü stres direkt olarak işe yansıyor.. İyi bir profesyonelin işine odaklanması gerekiyor.. Stresin yaptığın işin önüne geçmesine izin vermeyeceksin...”

“BİR de tek başına yetenek yetmiyor.. Bir yerlere gelmek istiyorsan, yeteneğin yanına çalışmayı da eklemelisin.. O zaman uzun süre başarılı olabiliyorsun.. Kitapta da aynı mantığı görünce sevindim, çünkü bunu yıllardır uyguluyorum.. Tabii İsmail Köybaşı yandı şimdi.. Bu kitabı ona da okutturacağım ve bu mantığı onun kafasına yerleştireceğim..”

“HERKESE tavsiye ediyorum.. Desinler ki, ‘Yahu top peşinde koşan Deli İbrahim bile kitap okuyormuş..’ Ve onlar da okusun.. Kitap okumak bir rahatlama ve kendini iyi hissetme yöntemi.. Rüştü ağabey sayesinde kitap okumaya alıştım.. Seyahatler, kamplar artık kitapsız geçmiyor..”}

İbrahim Üzülmez ile vedalaştık biz bugün...

MURAT ÇELİK

14 Şubat 2011 Pazartesi

















Ahh be Deli İbo... gidişin böyle mi olacaktı!!!

10 Şubat 2011 Perşembe










Her Şey Çok Güzel Olacak
Bir zamanlar fırtınalar estirirdim 
Eskisi gibi değilim şimdi değiştim 
Kumarım yoktur kavga etmem 
Her gece barlara gitmem
Ne bileyim ben, ah ne bileyim ben
Bir kuş kanatlanır şu gönlümden 
Çırpınır çırpınır da uçamaz 
Gene bir davet çıkarsa senden 
Dönerim bilirsin aşığım 
Aşıklar kaçamaz 
Aşıklar kaçamaz
İnsan olmak yetmez yetmiyor zaten 
Süpermen süpermen olmak lazım bazen
Nasıl da yeniden aşık oldum ben 
Bu sevda bambaşka avare eden 
Ne bileyim ben
Bir kuş kanatlanır şu gönlümden 
Çırpınır çırpınır da uçamaz 
Gene bir davet çıkarsa senden 
Dönerim bilirsin aşığım 
Aşıklar kaçamaz 
Aşıklar kaçamaz
Şimdi benim adım ne olur ne olmaz 
Bu işler artık bana inan ki koymaz 
Kiminde az muhabbet kiminde naz 
Sende ne var bende biraz
Ne bileyim ben, ah ne bileyim ben
İnsan olmak yetmez yetmiyor zaten 
Süpermen süpermen olmak lazım bazen
Nasıl da yeniden aşık oldum ben 
Bu sevda bambaşka avare eden 
Ne bileyim ben
Bir zamanlar fırtınalar estirirdim 
Eskisi gibi değilim şimdi değiştim 
Kumarım yoktur kavga etmem 
Her gece barlara gitmem
Mazhar Alanson